|
İsterdik ki –hele şu
türkülü Siyaset Meydanı’ndan sonra- karşılıklı oturalım, eteğimizdeki soru
işaretlerini bir bir
dökelim, “Barış Manço gerçeği”ni kendi ağzından dinleyelim. Olmadı. Azrail
araya girdi. “Tatlı
komşu Ayşe Teyze, emekli Salih öğretmen, hepinize hepinize elveda...” Fazla
ruh
daraltmayalım ve bugüne
dek yayınlanmamış bir sohbetine kulak verelim. 15 sene öncesinden ve
sanki şu an karşımızdaymış
gibi... |
|
Çok sade bir insanım,
herşeyin en iyisini alırım |
1984
yılı sonlarında Egemen Bostancı, Barış Manço için bir müzikal yazdırmaya
karar verdi. Ertem Eğilmez aracılığıyla yazar olarak bu işe ben giriştim.
Adı “1002, Gece Müzikali”olarak konan bu gösteri nedeniyle, Barış Manço”yla
sürekli görüşmeye başladık. Müzikal yazıldı. Barış bunun için besteler
bile yaptı. Ama sonunda ayrıntılarını bilmediğim bir nedenle Egemen’le
Barış’ın arası açıldı. Müzikal, bir köşeye kondu. Ama bu çalışma sırasında
ben teybi açıp uzun uzun Barış’la konuşmuş, onu tanımaya çalışmıştım. 15
yıl sonra, onun acı veren bu beklenmedik ölümünün ardından bu bantlar ilk
kez yayınlanıyor.
Gökhan Akçura
|
Çocukluğum İstanbul’un çeşitli semtlerinde
geçti. Üsküdar’da doğdum, 1 Ocak 1943. Cihangir’de, Kadıköy ve Üsküdar’ın
çeşitli mahallelerinde oturduk.Büyük bir göçer hayat yaşadık. Hemen her
sene bir ev değiştirdik. Hatta bir yıllığına Ankara’ya taşındık. Ortaokula
kadar bu böyle devam etti. Ortaokulda Galatasaray Lisesi’ne girdim, yatılı
olarak. Sekiz sene kıpırdamadan İstanbul’da kaldım tabii...
Normal bir çocukmuşum. Sadece biraz
çizermişim ve müziğe de kabiliyetli olduğum yarım yamalak hatırlanıyor,
söyleniyor. Ama bizim zamanımızda her çocuk şarkı mırıldandığı için, bunun
olağanüstü bir tarafı olduğunu sanmıyorum. Çok basit, çok orta şeker bir
çocukluk geçirdim. Ve enteresandır, ilk çocukluk ve gençlik günlerimden
şöyle suyunu sıksam, anımsadığım olay gerçekten çok az...
Müzikle ilgim ortaokul son sınıfta
başladı, o benim müzikten ikmale kaldığım sene aynı zamanda. Ortaokul son
sınıfta sınıf arkadaşlarımla bir grup kurmuştum, Barış Manço ve Kafadarları
diye. Okul gecelerinde çıkıp şarkı söyleyerek başladık. Bahsettiğim dönem
1958, tam snobluk dönemimiz: Elvis Presley’in son şarkıları,
Paul Anka... Ne gündemdeyse onu çaldık, söyledik.
İlk aşk, son aşk
İlk aşk da aşağı yukarı o dönemde.
Hatırlıyorum ama, biraz karanlıklar arasında. Tabii doğal nedenlerle ismini
vermek istemem şu anda. Muhtemelen çoluk çocuğa, hatta belki toruna bile
karışmış olabilir. Herhalde çok güzel bir kızdı, ya da bana öyle gelmişti.
15-16 yaşındaydım. Uzaktan bakışıyorduk daha... Bir gün merdivenden inerken,
merdiven otomatiği söndü ve o beni öptü. Ben çünkü cesaret edemiyordum,
yaklaşamıyordum bile. Dünyam şaştı, inanılmaz bir şey... On gün falan uyku
uyuyamadım, rüyada gibi gezdim. Herhalde aşk o olsa gerek. Aşk, ortaokul
yaşlarında, ilkokul son sınıfta başlayıp ortaokul son sınıfta falan biten
bir his. Buna ilk aşk deniyor ama, ilki sonu hepsi o, başka bir tane daha
yok. Ondan sonra, onun benzerlerini yaşıyor insan hayatta. Sigarayı ilk
içtiğiniz gün gibi: Ondan sonra devamlı sigara içiyorsunuz hayatınız boyunca,
alışıyorsunuz. Sonra sonra da, söndürmesini öğreniyorsunuz. Derken marka
değiştiriyorsunuz, filtreli alıyorsunuz, daha lüksünü, daha pahalısını
alıyorsunuz, askerde asker sigarası içiyorsunuz... Yani buna benzer bir
olay aşk, benim kanımca. Yani benim aşk üzerindeki düşüncelerim nev-i şahsına
münhasırdır. Onun için ilk son diye ayırmam, bence aşk bir defa olur, ondan
sonra onun değişik türlerini yaşar insan.
Belçika’da akademi yılları
20 yaşında, liseyi bitirdikten sonra,
ben Türkiye olayını noktaladım. Daha ileri bir şey yapamayacağımı biliyordum
o yaşlarda. Gitmem gerektiğine inanıyordum, bir yaz çalıştım, üç-beş kuruş
para topladım. Yurtdışına çıkmak için zorunlu olan bir 200 dolar meselesi
vardı o zamanlar. O 200 doların karşılığı olan parayı kazandıktan sonra,
tabii yol param olmadığı için otostopla çıktım gittim. 20 Eylül 1963: Yeni
bir yaşam kurma amacıyla Türkiye’yi terk edişim. O gün bugündür, 21 yıldır
yurtdışında oturuyorum. Ondan sonra, ülkeme kesin dönüş yapmadım. Askerlik
yılları içinde geldiğim iki yıl hariç. 21 yıldır bu ikili yaşamı sürdürüyorum.
İki ayrı yaşam ama, benim için ayrı değil, ortak yaşam. Şimdi de 40 yaşımın
ikinci noktasını koyuyorum: Çocuklarım oldu, onların eğitimini göz önüne
alarak yeni baştan Türkiye’ye yerleşme planı içindeyiz eşimle. Yeni bir
ev aldık, ilkokul son sınıfa kadar sürecek olan ilköğrenim yıllarını büyük
bir ağırlıkla burada geçireceğiz. Ondan sonra zaten onların ikinci noktalarına
sıra gelecek. Böyle sıçramalar devam edecek...
Yurtdışına ilk çıktığımda önce Paris’e
gittim. O dönem öyleydi: Paris’e gidiliyordu, sonra oradan dağılınıyordu.
Paris son derece cazibeli bir şehir. Ama Paris’te okuyamayacağımı bir ay
sonra anladım. Paris çok büyük, ben çok ufaktım, yani orantı yoktu aramızda.
Okuyabileceğim başka bir yer düşündüm. Tabii Fransızca konuşulan bir yer
olması mecburiyeti vardı benim için. Fransa’da üniversiteleri, akademileri
olan iki alternatif var: Lyon da, Grenoble da, Paris’ten sonra bana bir
hayli taşra şehri geldi. Düşüncesi de taşra. Fransızlar biraz enteresandır,
Paris dışında bütün Fransa taşradır, Almanya gibi, İngiltere gibi büyük
şehirleri yoktur. Büyük şehirleri de sadece beton olarak büyüktür. Öbür
alternatifler de İsviçre ve Belçika’ydı. İsviçre’yi oldum bittim düşünmedim.
Benim turistik amaçla bile gitmeyi düşünmediğim bir ülke. Üç ayrı dilin
konuşulduğu bir ülkedeki bütünlüğü tam toparlayamadığım için beni çekmiyordu,
otomatikman Belçika’yı seçtim. Belçika’nın en Fransız şehri Liege kentidir,
Liege’e gittim ve oraya yerleştim.
Direkt mimari eğitimine başladım. İlk
bir yıl mimarlık eğitimi yaptım. Kraliyet Güzel Sanatlar Akademisi’ne girmiştim.
Sonra, ikinci yıl, mimariden iç mimariye döndüm, altı yıl süren iç mimari
eğitimi gördüm. Bu okulda ortaokuldan sonra eğitim görülüyor... Benim burada
liseyi bitirmiş olmam bir şeyi değiştirmedi, sanki ortaokulu bitirmişim
gibi beni en alt sınıftan aldılar. Evvelden bizim Güzel Sanatlar Akademisi
de böyleymiş. İsmi daha Sanayi-i Nefise-i Şahane iken, normal ortaokul
mezunları girerlermiş, sonradan lise mezunleranı almaya başlamışlar. Hatta
ben orta son sınıftayken, o yıl kaldırıldı Güzel Sanatlar Akademisi’ne
ortaokul mezunlarının alınması. Benim yurtdışına gitmemin nedeni biraz
da budur... Çok uzun süren bir eğitim yaptım. Hep aynı dalda okutmuyorlar
öğrenciyi: Seramik, heykel, resim sanatı yani portre resmi, natürmort resmi,
duvar dekoratif resmiyle beraber dekoratif sanatlar, aklınıza gelen çeşitli
sanat dallarında öğrenim gördük. Bu arada arton film üzerine, fotoğraf
sanatı üzerine eğildik, gravür okudu, ifade ve ekspresyon sanatlarını öğrendik.
Burada lisede, ilkokul yıllarında pek parlak bir öğrenci olmamama rağmen,
Kraliyet Güzel Sanatlar Akademisi’ni yedi yıl sonunda okul birincisi olarak
bitirdim. Yüzde 93.8’le madalya aldım. Dolayısıyla, çok iyi çiziyorum,
çok sağlam bir desenim var. Genellikle halkımızın bilmediği bir tarafım
bu. İddialıyım. Bir sergi yapmadım, göstermedim bir yerlerde desenlerimi.
Basına filan vermedim. Ama, ileride düşünüyorum. Birkaç sergide yapıtlarımı
sergilemeyi, belki kitap olarak toplamayı düşünebilirim... Müziğimde ne
yapıyorsam, resimde de onun aynısını yapıyorum. İçimden gçen şeyleri kağıda
döküyorum. Her şeyi çizerim. Müziğimin resimlenmiş şeklidir resimlerim.
O yıllarda Fransa’da çok ağır bir sanat
akımı vardı, kendi öz sanatlarını, Manet, Monet, Renoir, Cezanne gibi ekolleri
korumak için bütün yeni akımlara karşı çıkıyorlardı. 60’lı yıllarda Fransa
cehennem gibiydi sanatçılar için. Kendi klasik sanatlarını korumak için
her şeye “hayır” diyorlardı. Bense rönesans ve Flaman ekollerini daha iyi
öğrenebileceğim, nötr, tarafsız bir ülkede okumayı tercih ettim. Bir sebebi
de bu. Bu arada, şunu da belirtmek lazım: şu gün Avrupa’nın, dünyanın en
büyük, en iyi illüstratörleri belçikalı veya Belçika’daki okullardan çıkmış
kişilerdir. Red Kit’den, Asterix’den, Şirinlerden tutun, ne gelirse aklınıza,
çizgilerin çoğu Belçika yapımıdır. Tenten de Belçikalıdır. Hatta hatta
o Red Kit’in çizeri Morris, benim okuduğum akademide bizden dört sene evvel
mezun olmuş bir arkadaştır, okulda konferans veriyordu, gidip tanıştım
kendisiyle . Keza Asterix’i çizen Uderzo, bizim okuldan çıkmıştı. Desen
konusunda sağlam, büyük, köklü geçmişi olan bir okuldur.
Bari Manso söylüyor
İç mimar olarak hiç çalışmadım, kendi
evimi bile dekore etmedim. O bende sadece iyi bir anı olarak kaldı. Duvarda
asılı, tozlu bir diploma olarak... Bu dalda okumakta benim asıl amacım
meslek haline getirmek değildi. Çok küçük yaştan beri müzik dünyasında
bir kariyer yapmayı amaçlıyordum. Akademik müzik eğitimi görmek de istemiyordum.
Bir başka sanat eğitimi görmek istiyordum. Örneğin, tıp veya hukuk eğitimini
hiç düşünmemiştim.
Yurtdışında çalıştım, okudum. Ufak
tefek işlerin yanısıra, müzikle bir hayli ilgilendim orada. Örneğin, gitmemin
üzerinden bir sene geçmedi, ben Fransa’da ilk plağımı doldurmuştum zaten.
İşte bu karanlıkta kalan bir konu. 1964’ün eylül ayında, ilk 45’lik plağımı
Fransa’da Fransızca olarak doldurdum. Dört şarkıdan oluşan o
plağı arşiv olarak saklıyorum. Renkli, pırıl pırıl kapaklı...
Büyük Fransız komedyen, şovmen Henri Salvador yaptı benim plağımı, onun
kendi plak şirketinde çıktı. Ve ben o plakla Europe 1, France-Inter, Luxemburg
gibi radyolarda programlara katıldığım gibi, Olympia’da konsere bile çıktım.
Arkada Franck Pourcel orkestrası çaldı. Franck Pourcel sahnede olduğu
için çaldı tabii, benim için gelmediler oraya, ama ben Franck Pourcel’le
şarkı söyleme mutluluğuna eriştim yermi yıl önce. Vokalleri Swingle
Singers yaptı. Tabii onlar da benim için gelmediler oraya ama, ben
Swingle Singers eşliğinde şarkı söyleme mutluluğuna da eriştim. Bunlar,
dikkati çekerim, yirmi sene evvel oluyor. Benim cahilliğime, gençliğime
toyluğuma denk geldi bütün bunlar. Yeterince değerlendiremedim, duyuramadım.
Zaten o dönemlerde ülkemizde müziğe bu kadar ilgi yoktu. Es geçildi, “Paris’te
bir Türk çocuğu”, “Barış kim?” gibilerinden... Hatta hatta çok ünlü bir
program yapımcımız, adını da vereyim, Engin Arman, Paris’ten bu
plağın geldiğini görünce şaşırmış ve düşünememiş benim Türk olabileceğimi,
üzerinde kocaman Barış Manço yazan plağı, “Fransa’da müzik yapan genç şarkıcı
Bari
Manso” olarak sunmuş. Annem programı dinler dinlemez, ayağında terliklerle
fırlamış, taksiye atladığı gibi İstanbul radyosuna gitmiş “yaa, benim oğlumdan
bahsediyorsunuz, onun adı Barış Manço’dur diye.
Yurtdışına giden adam ilk ne yapar
bilmem ama, ben 200 dolarımın yarısıyla hemen bir teyp aldım. Gitarım zaten
vardı yanımda, geri kalan 100 dolarla da ufak bir yere yerleştim ve peynir
ekmek yiyerek, teybe bestelerimi okudum. Bandı Fransız plak şirketlerine
gösterdim. Ve Henri Salvador ilgilendi o zaman. Plakta dört Fransızca
parça vardı, biri benim bestem, üçü Amerikan şarkılarından, o zamanki modaya
göre. Ufak çapta bir kariyerim oldu. Yani bitim kanlandı
o zamanlar.
Çıt çıt twist
Ben Fransa’ya gitmezden önce, Batı
formları dışında müzik üzerine düşünüyordum zatan. Fransa’daki plağım,
ilk plağım değil, “ilk Fransızca plağım” aslında.
Lise son sınıftayken zaten üç plak çıkarmıştım Türkiye’de. Bu üç plak,
o zamanki Grafson etiketini taşıyordu. Zaten o zaman Türkiye’de
tek plak şirketi vardı 45’lik plak basabilen. Diğerleri, o simitçi tablası
gibi büyük 78 devirli eski taş plakları basarlardı. Grafson, 45’lik plakları
ülkemize getirdi ve ilk kez tabii Zeki Müren’in, Muzaffer Akgün’ün plakları
çıktı. Ve ben de, o zaman yaptığım müziğin ismiyle, hafif batı müziği tarzında
ilk plak yapan sanatçı oldum. Erol Büyükburç o zaman plaklar yapardı, benden
öncedir o, fakat 78’lik yapardı. Ben ilk 45’lik yapan ünvanını aldım, ona
unvan denirse tabii. Üç plağım vardı, o plaklarda o zamanın modası twist
parçalar vardı... Fakat son plağımda, “Çıt çıt çedene” diye bir
Orta Anadolu türküsünü yaptım.”Çıt çıt twist” adıyla, Türkçe sözlerle.
Bir plak daha yaptım, “Kızılcıklar oldu mu serelere doldu mu? Diye,
onun bandını bırakmıştım, fakat ben gittikten sonra çıkaramamışlar o plağı.
Keza, “Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar” diye bir türkü vardı... Yani
o zamanlar, 62 yılında, ben bir takım türküleri derlemeye, aranje etmeye
ve o günün ritmleri içinde yapmaya başlamıştım. 67 yılına doğru bende türkü
yine depreşti. Gerçek yürüdüğüm kulvarda bestemi 1970 yılında “Dağlar
Dağlar”ı yazarak yaptım. Ama “Dağlar Dağlar” herhalde benim
onbeşinci, belki de daha fazla, yirminci plağımdır diyebilirim.
1970’e kadar Türkiye’ye yalnız yaz
aylarında gelebildim. İlk dört yıl hiç gelmedim. 66 yılında 15 günlüğüne,
67 yılında üç haftalığına, 68 yılında bir aylığına geldim. 69 yılında iki
ay geldim. Bu arada konserler verdim. O zamanlar gece kulüpleri pek bir
modaydı: As Kulüp, Batı Kulüp falan gibi... Boğaz’da bazı kulüplerde çalıştım.
Budak sinemasında bir gençlik konseri verdik. 69’da ilk kez İzmir fuarına
katılabildik. Ufak bir Anadolu türnesi yaptık. Demek ki 1963’le 70 arası,
yedi sene içinde toplam dört buçuk ay gelmişim Türkiye’ye.
Gavursun mavursun ama...
70’de, yanımda yabancı bir grup vardı,
İngiliz, Amerikalı, Tunuslu ve Belçikalı müzisyenlerden oluşan... Onlarla
gerçek bir Anadolu turnesi yaptık. Malatya’daydık, grupla ortak dil olarak
Fransızca ve İngilizce konuşuyoruz aramızda. İndik minibüsten şehre, aletleri
yerleştireceğiz. Birkaç delikanlı çevirdi etrafımızı: “Aboo cano manco
gongo...” gibilerinden bir takım sesler çıkarmaya başladılar. Benim Manço’ya
biraz “cango, ringo, camango” karıştırmışlar... O zamanın kovboy filmleri
var, İtalyan westernleri, onlarla karıştırdılar herhalde. Ben “ne diyorsun
kardeşim?”dedim. “Ana Türkçe konuştu, aboo!” dediler. “Aferin
gavura ne güzel Türkçe şarkı söylüyor” diye konserde bağrıldığını hatırlarım
ben. Uzak bazı kasabalarda ben bayağı zorlandım kendimi kabul ettirene
kadar. “Ben Türküm, işte aynı kültürden geliyoruz” falan... “Yok
abo sen Türkçeyi iyi öğrenmişsin, aferin, gavursun mavursun ama, seni sevdik
gayri...”
Bıyığın altı kesik
Fiziksel değişim biraz tesadüfler yardımıyla
oldu. 1967’de büyük bir araba kazası geçirdim Hollanda’da. Şimdi bıyığımı
kessem, bütün izler altından olduğu gibi çıkar. Bütün suratım boydan boya
kesilmişti, kaşımdan çenemin altına kadar, sonra onu kapatmak için bıyık
bıraktım. Bıyığımın altı olduğu gibi kesiktir benim. Bu bıyık böyle kendi
kendine oluştu. Tabii aşağı doğru sarkan bir bıyık olunca, saçı da aynı
oranda uzattım. Derken bu saç ve bıyıklar, kravat ve takım elbise üzerinde
garip durmaya başladı. Otomatikman elbiseler de başladı aşağı doğru sarkmaya,
saçaklar, püsküller falan derken ben kıyafetimi buldum. Ancak, 1967’ye
kadar benim çok konvansiyonel bir görüntüm yoktu zaten. Lisedeyken de saçlarım
uzundu sadece geriye tarardım o zamanlar, o zaman öyleydi, kulaklar açıkta
kalırdı, birayla veya limonla ıslatıp arkaya doğru tarardık. Bugün Travolta’nın
saçı, 25 sene evvel ülkemizde başka bir şekilde vardı zaten. 67’de gerçek
değişime uğradım. Ondan beri de hiç değişmedim. O yıllarda uzun saç modaydı,
onun da yardımı oldu. Sonra o modalıktan çıktı. Mevsimler geçti ben kaldım.
Kaygısızlar ve Moğollar
Önce Les Mistigris-Mistigris Siyam’da
bir vahşi kedi türü anlamına geliyor- adında bir grupla çalıştım. Benden
önce kurulmuş, Belçikalı ve Martinikli müzisyenlerden oluşan ortak bir
gruptu. Ben onlarla iki yıl çalıştım, hem Belçika’nın, Almanya’nın, Fransa’nın
çeşitli kentlerinde konserler verdik, hem de 66 ve 67’de onlarla Türkiye’ye
geldim. Onların burada kalmaları yasal ve maddi bir takım sorunlar yarattığı
için ülkemde bir grupla çalışmayı yeğ tuttum sonra. 68 ve 69 yıllarında
Kaygısızlar’la anlaştım ve onlarla çalıştık. 68’de ben buraya geldim, kışın
onları Paris’e götürdüm. Kaygısızlar’la Paris’te iki plak yaptık.
Bizim İngilizce bestelerdi. Ancak o parçaları ortaya
çıkartamadık, nedenleri çeşitliydi: Kaygısızlar ”biz yapamayacağız burada”
dediler. Ben tek başıma kaldım. Oysa, grup olarak prezante etmiştik olayımızı.
Bugün Mazhar Fuat Özkan olarak bilinen grubun Mazhar ve Fuat’ı
vardı Kaygısızlar’da. 68-69’da Kaygsızlar’la çalışmamızdan sonra, onların
Avrupa’da kariyer yapmaya yanaşmayışları beni yeni baştan Avrupa’da yabancı
bir grupla çalışmaya itti ve o bahsettiğim bir İngiliz, bir Amerikalı,
bir Tunuslu ve bir Belçikalıdan oluşan Barış Manço- Ve adını
verdiğim grubu kurdum.O grupla 70 yılında çalıştık. Dört ayrı ülkenin kültüründen
gleen müzisyen, dört ayrı çalış tavrı ve müzik anlayışı getirdi, bunun
harcı içinde bir sürü şey öğrendim. Bugün hiçbiri müzikle uğraşmıyor onların.
Biri Hindistan’a gidip kaldı, sonra Amerika’da halıcı dükkanı açtı. Biri
Londra’da zaten çok soylu ve varlıklı bir ailenin oğluydu, ense yapıyor.
Belçikalı olan, arkeoloji profesörü oldu. Galiba bir tek o Tunuslu, İsveç’te
ara sıra bazı programlarda davul çalıyormuş... Ne zaman bir yabancı grupla
çalışsam, onların Türkiye’ye gelmeleri, kalmaları, çalmaları sorun oldu.
Buna karşın, ne zaman da bir Türk grubuyla çalışsam, onların yurtdışına
gitmeleri sorun oluyordu. Biz bunu 1971’de çözdük. Moğollar, Avrupa’da
kariyer yapmaya meraklıydılar. “Türkiye’de de, Paris’te de beraber çalışalım”
dedik. Moğollar’la beraber Paris yakınlarında bir ev tuttuk. Moğollar belli
bir noktaya geldiler, Fransa’da bir başarı kazandılar, ödül aldılar. Bu
plakla tek başına ödül almaları onları yüreklendirdi ve benden kopma kararı
aldılar. “Biz kendi başımıza kariyer yapıyoruz, en iyisi kendi başımıza
devam edelim” dediler. 70’li yıllar: çiçek çocuklar, hippiler, “savaşma
seviş”... Her şey iyi, kavga gürültü falan yok, biz de tabii bu durumu
kavgasız gürültüsüz hallettik: “Madem öyle düşünüyorsunuz çocuklar,
hakkınızdır”. Moğollar’la biz burada birleştik, Paris’te koptuk. Biri
benimle geldi: Engin Yörükoğlu. Moğollar’dan Engin Yörükoğlu ve
Moğollar’a benimle beraber katılmış olan Celal Güven paris’ten Türkiye’ye
gelerek, benimle beraber Kurtalan Ekspres’i kurdular.
Kurtalan Ekspres
Bu grubun özelliği burada: diğer çalıştığım
gruplar, hazır gruplardı. Kurtalan’ı biz kendimiz kurduk. Gerçekten çok
kıymetli müzisyenler geldi, geçti, müziği bırakan olmadı pek. Kayda değer
müzisyen olarak, Ohannes Kemer vardı, çok yıllar önce Kadıköy
Ticaret Lisesi’nde bir grupta çalıyordu, Milliyet gazetesinin yarışmasında
her sene arka arkaya birinci olurdu bu grup. O grubu olduğu gibi aldık
biz Kurtalan Ekspres’e. Kaygısızlar o sıra dağılmıştı, Fuat gene
geldi. O zamanlar Özkan yeni yeni çıkıyordu, o geldi. İlk kurulan
Kurtalan Ekspres devasa bir gruptu. Türkiye’de o sıralar flaş olan kim
varsa, aşağı yukarı o gruptaydı ve dokuz kişiydi Kurtalan Ekspres. Çok
iyi günlerimiz oldu, çok iyi şeyler yaptık. Derken, benim askerliğim araya
girince, o Kurtalan Ekspres’de geçici olarak dağıldı. Askerliğimden sonra
kurulan Kurtalan Ekspres tam on yıldır devam ediyor.
Gazinolar yeni yeni bizimle ilgilenmeye
başlamıştı. Biz Türkiye’de süper flaş bir duruma gelmiştik. Gelinebilecek
en yüksek noktaya gelmiştik ki, ben askere gittim. Yaşım gereği, tahsilimi
bitirmemden ötürü artık gitmem gerekiyordu. 28 yaş barajını aşmıştım, 29
yaşında gittim. Askere gitmemin, sahne ve plak çalışmalarına büyük çapta
sekte vurduğunu söyleyebilirim. Yedek subaydım ben, ancak, bir takım pürüzler
nedeniyle normal süreden fazla askerlik yaptım, 19 ay 26 gün süren bir
askerlik. Bu sürede hiç sahneye çıkmadığım, hiç televizyona çıkmadığım
için unutulmama düşüncesiyle, evvelden hazırladığımız iki bandı plak haline
getirerek askerliğin ortalarına doğru çıkardık, kelimenin tam anlamıyla,
idare ettik. Askerliğimin bitmesine doğru da “Hey Koca Topçu Genç Osman”ı
hazırlamıştım, topçu asteğmen günlerimin etkisiyle, bir anı olarak yapmıştım.
20 aylık müzikten kopuk süreyi noktalama amacını güdüyorduk.Bir noktaya
kadar muvaffak olduk, fakat çok da muvaffak olduğumuzu söyleyemem, çünkü
iki senelik ayrılık, bir dahaki iki sene kendini gösterdi. 74-75 seneleri
bizim için çukur senelerdi...
Oduncu Nick
75 senesinde, kariyer arayışıyla bir
daha yurtdışına gittik. Bütün 1976 yılını Belçika’da geçirerek İngilizce
bir longplay hazırladık ve bunu CBS’den çıkardık. Bu plak, askerliğimden
beri süregelmekte olan o suskunluğu bir anda yırtmaya yetti. Müzik yaşamımız
tabii bütün sanatçılarda olduğu gibi bir takım inişler çıkışlar gösterdi
sürekli. 78’in sonlarına doğru tekrar düşerken, 79’un başında bu kez “Sarı
Çizmeli Mehmet Ağa” ile bir başka çıkış yaptık. Bunu 80’de “Halhal”,
81’de “Arkadaşım Eşek”, 82’de “Ali Yazar, Veli Bozar” ve
geçtiğimiz yıl da “Halil İbrahim Sofrası” gibi parçaları da içeren
üç albümden oluşan 30 şarkılık bir şey izledi, makinalı tüfek atışı gibi...
Toplumda oluşan imaj bu: Barış her zaman bir şey yapar. Yurtdışında da
tahminimizin çok ötesinde yankıları oldu “Nick The Chopper” (Oduncu
Nick) plağının. Tahmin ettiklerimiz olmadı, tahmin etmediklerimiz oldu,
yani bir takım tuhaflıklar komedyasıydı. Biz plağı çok büyük bir Amerikan
şirketine, CBS’e yaptırmıştık. Amerikan şirketi olmakla beraber,
tamamen Avrupa’ya yönelik bir plak yapmak istiyorlardı. Paris’te anlaşma
yapıldı. Biz plağı İngilizce yapma fikrimizde ısrar edince, plağın prodüksiyonunu
Belçika’ya kaydırdılar. Ancak plak İngilizce olmasına rağmen, İngiltere’de
çıkarmayı kabul etmediler, “bu plak İngiliz müzik zevkine, İngiliz halkının
ortak kültürüne uymamaktadır” dediler. Doğaldır, biz de arkamıza baka baka
döndük İngiltere’den. Plak Hollanda ve Belçika’da çıktı ilk olarak, Benelux
ülkelerinde çıktı, anlaşma orada yapıldığı için çok cüzi bir miktarda Fransa
aldı... Buna karşılık, içindeki Doğu karakterinden ötürü, birdenbire Fas
müthiş bir siparişte bulundu ve biz Fas devlet radyosunda 12 hafta
liste başı kaldık. O bize çok önemli bir kapı açtı. Fas’ta uzun süre büyük
otellerde uzun süreli program yapmak için teklifler geldi, ama gidemedik.
Sonra daha aşağılara indi ünümüz. Fildişi sahilleri, Gine ve Senegal’de
gürültü koparık. Bu üç ülkenin televizyon kuruluşları bizim için bir program
çektiler. 1978 yılının başlarında Gine’de, Senegal’de ve Fildişi sahillerinde
gösterildi program. Fakat arkasından bir şey gelmedi. Nasıl gelebilirdi
de bilmiyorum. Belki uluslararası bir menejerle anlaşıp oralara gitmek
gerekirdi, biz bunu yapamadık. Derken, İran’dan benzer haberler
gelmeye başladı. İsmi değiştirmişler: İranlıların böyle bir huyu vardır,
isminiz ne olursa olsun, onu değiştirip kendilerine göre bir isim takarlar.
Mehmed El Şahin falan gibi bir isimle benim bu albümü çıkardılar, kaseti
de kibarlık olsun diye gönderdiler: Kaset benim kasedim, ben söylüyorum,
üzerinde benim resmim var, ama altında başka garip bir isim yazıyor. Kültürü
bize yakın ülkelerde hareket getirdi şarkılar. Romanya’da hakeza
liste başına yükseldik. Çeşitli Balkan ülkelerinde yükseldik ve gide gide
1980 senesinde bir Yunanlı şarkıcı bizim bu albümdeki şarkıların dördünü
alarak Yunancaya çevirip kendi ülkesinde plak yaptı, adam da bunlarla meşhur
oldu bu sefer. Ne yazık ki bu plak daha bir hafta evvel elime geçti. Belçika’da
oturan büyük abime yolladım, çünkü telif haklarımız için yasal işleme girmemiz
gerekiyor. 17-18 ülkede adımızın döndüğünü, şarkılarımızın dinlendiğini
öğrenmiş olduk.
Dede Korkut, Pir Sultan, Çetin Altan
Müzik konusunda benim çok fazla söyleyecek
sözüm yok. Akademik bir müzik eğitimim, bir müzik tahsilim yok. Ben sadece
doğal olarak, Allah ne verdiyse, onun verdiği hislerle beynimden geçenleri
elime vurup sonra onu kağıda dökerek müzik yaptığım için, daha çok algılarımla,
hislerimle hareket ediyorum bestelerimi yaparken. Herhangi bir teknik yoldan
hareketle, şöyle yapılmalıdır, böyle yapılmalıdır gibi değil. Bu şekilde
yapılan besteler aşağı yukarı yüzde 50’dir dünyada. En azından, Eurovision
şartnamesinde bile beste şöyle yapılmalıdır diye şartlar, kurallar var.
Ben kural tanımayan, ikinci yolu seçtim. Kural tanımayan demeyelim de,
kuralları bilip de kurallara bağlı kalmayanlar arasında yer alan bestecilerden
biriyim. Hissettiğim gibi bestelerim. Ancak, her yazdığım besteyi, önden
bir hikaye, bir kurgu olarak kafamda toparlarım. Bu öyküyü, bu olayı müzikleyeceğim
diye otururum. Yani önce hikayeyi kuruyorum, sonra ona müzik yazıyorum,
en son da sözleri yazıyorum.
Türkçe bir kelimeyi anlayan herkes
benim dinleyicimdir. Bir kelimeyi anlaması yeter. Türk ve Türkçeden nasibini
almış kaç milyon kişi varsa dünyada, bunların hepsi benim dinleyicimdir.
Ben bu gözle bakıyorum. Bugün Sovyetler Birliği’nde de 100 milyon civarında
Türk kökenli Sovyet vatandaşı var, çeşitli Balkan ülkelerinde de var, Arap
ülkelerinde, Hindistan’da, İran’da, pakistan’da var... Bunların hepsi benim
dinleyicimdir, dinleyicim olmalıdır varsayımıyla hareket ediyorum.
Çok gönül rahatlığıyla bunu söyleyebilirim:
Ben Türkiye’deki sadece müzisyenlere göre değil, bütün sanatçılara göre
çok daha geniş bir yelpazede izleyiciye sahibim. Bunun kasılmayla falan
ilgisi yok. Biz Türkiye’deki herhangi bir sanatçının kucaklayabileceğinden
çok daha fazlasını kucaklayabildiğimizi biliyoruz. Dünden beri biliyor
olsak yanılmışız denebilir, geçen seneden biliyor olsak tesadüf denebilir,
ama 15 seneden beri biliyoruz. Köylü kentli diye ayırmıyorum. Dağlara,
mağaralara kadar girdiğimizi biliyorum. Erzincan’ın oralarda bir dağın
tepesinde bir jandarma karakolu, iki plaktan biri benim plağımdı. 1972
yılında gördüm bunu, Pülümür’de. Bir de yaş olayı var. Küçük çocuklardan
babaannelere, dedelere kadar genişleyen bir dinleyici kuşağımız var. Bunu
ben sadece kişisel bir başarı olarak yorumlamıyorum. Bu benim kişisel kazancım,
başarım değil. Başından beri üzerinde özenle uğraşıp çaba verdiğimiz asıl
gerçek olaya duyulan ilginin bizde yansıması olarak görüyorum bunu. Ki
bu da, bizim kendi hafızamız, kendi kültürümüz. Türklükten biraz nasibini
almış bir insan bizi otomatikman dinler. Onların hepsi Nasrettin Hoca
duymuşlardır. Bektaşi duymuşlardır, Dede Korkut duymuşlardır...
Bundan sonra Karacaoğlan’ı, Pir Sultan Abdal’ı duymuşlardır... Bugün
Çetin
Altan’ı, Yaşar Kemal’i, Aziz Nesin’i duymuşlardır. Ben bunların hepsini
sabahtan akşama kadar okuyan bir insanım. Ben bunları 25 yıldır okuyorum.
Daha başka şeyler de okuyorum. Bunların hepsinin kafamda oluşturduğu bir
çamur var. Ve bu çamurdan bir şeyler fışkırıyor. Bizim tek başına bir başarımız
yok. Biz sadece çok iyi bir sentezci olduk. Ben bütün öğeleri çıplak gözle
görebildim. Ve hemen sentezine girdim. Büyük zaman kazandırdı bana. Sıfırdan
başlamam gerekmedi bir takım olaylara.
Delidir, ne yapsa yeridir
Ben baştan kuraldışıyım. Beni gören
adam bu bilerek hazırlıklı geliyor zaten. Dış görünüş önemli bir ayna.
Bizim kuraldışı bir insan olduğumuzu zaten 18-20 yıldır biliyor benim izleyicim...
Otomatikman yaklaşırken zaten gardını alarak, “bu adam bildiğimizin dışında
bir şeyler söyleyecek” düşüncesiyle yaklaşıyorlar. Bu durumda, kentsoylu
da olsa, kırsal kesimden de gelse, hiçbir şey değişmiyor. Biz de hakikaten
onun beklediğinin haricinde ya da beklediğinin fevkinde bazı şeyler söylüyoruz.
Gene söylüyorum: Bu benim kişisel başarım değil. Absürdün kralı bizim toplumumuzda
var. Dede Korkut okumuş bir insanın başka absürd bir şey okumasına fırsat
kalmadan, absürdün zaten bizim kültürümüzde olduğunu bilmesi gerekir. Veyahut
bir Bektaşi okuyan, bir Nasrettin Hoca okuyan biri absürd olayının dibine
kadar inildiğini bizim toplumumuzda bilir. Ben de bunu varsayarak konuya
giriyorum. Bundan o kadar emin olarak giriyorum ki, karşımdaki de beni
emin bir şekilde dinliyor. Bu diyalog kurulduktan sonra, gerisi kendi kendine
geliyor. Zaten mesele, zincirin birinci halkasını bağlamak bence. Ondan
sonra, geriye kalan halkalar birbirine bağlanarak gidiyor zaten. Dolayısıyla,
ben 17-18 yıldır üzerine çalıştığım, hele son yedi-sekiz senedir iyiden
iyiye yerleşmiş bir olayı artık izah etmekte zorluk çekiyorum, çünkü çoktan
unuttum o diyaloğun nasıl kurulduğunu. Kuruldu gidiyor. Benim olağanlaştı.
O bekleniyor, biz de onu yapıyoruz. “Delidir ne yapsa yeridir” diye bir
laf var. Bunu biraz yumuşatarak yinelersek, halk bizim her yaptığımız yeni
plağı biraz böyle bekliyor.
“Kendimi hıyar gibi hissediyorum” parçasını
yaptığım dönemde kendimi aşırı bir yalnızlığın içinde hissediyordum. Türkiye’de
bir müzik dünyası var, benim bu olayda belli bir yerim var. Benim gibi
A,B,C,X,Y,Z gibi şahısların da belli görevleri, yerleri var. Bu şahısların
çok büyük bölümünün benim anladığım gibi veyahut yıllar önce hepimizin
anladığı gibi görevlerini yerine getirmedikleri düşüncesi bende uyanmıştı.
Ve bu düşünce içinde yalnız kalmışlığımı anlatmak istedim. Müzikle sınırladım
ama, ülkemizdeki kitlelerarası iletişim yapan kişilerin görevlerini yapmamalarına
karşı hafif bir protesto olarak çıktı o parça. Bir takım çabaları elinin
tersiyle iten insanları, bu kraldan çok kralcı insanları yermek için yaptım.
Kader, felek, ah vurulmuşum, yanmışım edebiyatı yaptıktan sonra, milyonlarca
liralık Mercedes arabalarda gezen insanların dramını göstermek için yaptım.
O şarkının sözleri çok daha uzundu baştan, bir şarkı boyutlarını aştığı
için durdurmuştuk. O zaman kendimi niye hıyar gibi hissettiğime, yalnız
hissettiğime daha bir açıklık getiriyordu. Sonra baktım, aşırı bir protesto
olayına dönecekti, oradan kurtarmak için bu şekilde bıraktım.
Arkadaşım eşek
Çocuklar zannediyorum, beni daha çok
Tarzan, Red Kit falan gibi bir resimli roman, bir masal kahramanı gibi
görüyorlar. Dış görünüşüm, kıyafetlerim, takılarım ve de onların çok anlayacağı
bir dille şarkı söylemem onlara cazip geliyor. Büyük bir kısmının gözünde
Tarzan’dan farkım yok. Karşı karşıya geldiğimizde çok şaşkınlık içinde
bakıyorlar bana, “aaa bu da babamız gibi birisiymiş!” diye. Ama ben özellikle
çocuklar için şarkı yazmıyorum. “Arkadaşım Eşek”i ben çocuklar için yazmadım.
Fakat çocukların çok iyi aldığını görünce, olayın biraz daha üzerine gidip,
bir çocuk programında bu şarkıyı söylemeyi yeğ tuttum. Ondan önce “Sarı
Çizmeli Mehmet Ağa”yı seçmişlerdi çocuklar. Ve benim gündemdeki son parçam
“Halil İbrahim Sofrası”, ki müzik zamanlaması, söz, içerik bakımından en
ağır parçamdır, altı dakika süren bir şarkı o. Muazzam uzun sözleri var
ve çoluk çocuğun dilinde o parça. Normalde çocukların küçük bir kısmını
bile ezberlemesinin çok zor olduğu bir şarkıdır, ama öyle... Oralarda kendilerini
bulabildikleri bir şeyler mutlaka oluyor. Aslında, Halil İbrahim sofrası
diye bir deyim de yoktur. “Halil İbrahim bereketi” vardır. Bir de “Zekeriya
sofrası” diye bir deyiş vardır. Yıllardır, kendi absürd anlayışım içinde,
çatırmadan sürdürdüğüm başka bir taktik bu. Hiçbir şeyi folklordan olduğu
gibi almıyorum, kendi kafama göre yeni baştan yazıyorum. Keza Sarı Çizmeli
Mehmet Ağa’nın da “gel senin borcunu ödiyim” dediği de vaki değildir. Sarı
Çizmeli Mehmet Ağa, kim olduğu bilinmeyen bir insandır. Benim şarkımda
onun bunun borcunu ödeyen, aslında ödemeyen, dümenden birisi gibi geçiyor.
Keza yıllar öncesinden benim “İşte Hendek İşte Deve” diye bir şarkım vardır,
öyle bir deyim de yok. “Deveye hendek atlatmak” diye bir tabir vardır.
Ben bir takım benzetmeler, çağrışımlar yaparak başka şekillerde söylüyorum.
“Halhal” unuttuğumuz bir kadın takısıydı, onu hatırlattım ben. Maşallah,
şimdi herkes yeni baştan takmaya başladı.
Frank Zappa, Quincy Jones
Zappa’ya benzetilmem beni rahatsız
etmez, hatta sevinirim. Özellikle müzisyen olarak çok beğendiğim bir herif.
Konserlerinden birinde, kuliste bir plağımı hediye ettim kendisine. O da
on bin kişinin karşısında sahnede, plağı elinde tutup “Barış Manço’ya bana
plağını verdiği için teşekkür ederim” dedi. Olay 1976’da Brüksel’de cereyan
etti. Jesti dolayısıyla da çok sempati duyduğum bir müzisyen arkadaşımız.
Fiziki bir benzerliğimiz biraz var galiba hakikaten. Söz bakımından çok
geniş, çok derin şeyler yazar Zappa, felsefidir, safkan absürddür. Müzik
olarak benzemeyiz.
Çalışmalarımın dışında müzik dinlemeye
çok az zamanım olduğundan, biraz etrafımda, yanımda yöremde neler yapılıyor,
onu dinlemeye, takip etmeye çalışırım. Bir de bileğini bükemediğim ustalar
var. Bunlar şu sıralar Amerika’dan çıkan, çok çok çok nadir olarak da Avrupa’dan
çıkan birkaç müzisyenin ürettiği parçalar. Amerika’dan iki büyük ustam
var. Bunlardan biri Quincy Jones, diğeri Isaac Hayes. Özellikle onları
takip ederim. Quincy Jones, Michael Jackson’ı ortaya çıkaran adam. Otuz
sene önce Ray Charles’ı da ortaya çıkaran adam. Quincy Jones başka bir
adam. Onun elinden yetişmiş Herbie Hancock, Chick Corea gibi adamları da
takip ederim. Onların evrimlerini izlerim. Bir de Isaac Hayes ve benzerleri
gibi doğaçlama, içinden geldiği gibi müzik yapanları, onların kariyerlerini
takip ederim.Bu insanların yüzde 90’ı siyah Amerikalı, bir kısmı da Güney
Amerikalı. Yaptığını bilen, bilincinde olan insanlara oldum bittim çok
saygım vardır.
Spielberg’le ortak yanlar
Steven Spielberg Tenten’i yapmak
istiyormuş. Spielberg’i çok büyük zevkle izliyorum. Spielberg’in adını
millet genel olarak “Jaws”dan bilir, bir parçacık... En son “ET”yle falan
biraz bilinir... Ama bu adamın çok daha enteresan bir filmi var kimsenin
bilmediği: “Düello”, 16mm. Kamerayla çektiği ilk filmi. Benim o zamandan
beri takip ettiğim bir yönetmen. “Üçüncü Türden Yakınlaşmalar” (The Clouse
Encounters of the Third Kind) benim dünyada gördüğüm ilk on film içinde
muhtemelen birincidir.
Görkemli bir film. Ana geminin bir
geliş sahnesi var son yirmi dakika, orası başlıbaşına bir film, bir abide...
Onu ancak büyük ekranda dolby ve stereo sesli bir yerde seyretmek lazım.
78 senesinin başında çıktı o film, Londra’da ben böyle şartlarda seyretme
şansına sahip oldum. Odeon sinemasında. Film neymiş anladım. Film oymuş.
Spielberg popüler kültürle sanatı birleştirenlerin
büyük bir örneği. George Lucas da çok önemli. Sonra Landis var, apayrı
bir olay, bir "evenement” o herif. Spielberg’le benim ortak noktalarım
var. O da mesela pat “ET”yi (Extra Terrestrial) yapıyor, bütün çocukları
sürüklüyor. Bu arada, Spielberg 16mm.’den 70 mm.’ye bir günde atlamış bir
adam. Günün bütün icaplarını sonuna kadar kullanıp, sanatsal olarak hiçbir
ödün vermeden son derece popüler olaylar da yapmış. Michael Jackson aynı
olaydır müzikte. Michael Jackson’ın klip filmlerini de çekenler Landis
ve Spielberg’dir zaten. Paul McCartney’le yaptığı “Say Say Say”i Spielberg
çekmiştir. Orada John Landis’i aldığı gibi, arkada da Quincy Jones’u almış,
müzik adamlarının en büyüğünü. “Beat It”teki meşhur gitar soloyu çalmaya
Van Halen’ı çağırmışlar. Şu anda Amerika’da en iyi gitarist Van Halen.
Her şeyin en iyisi alındığı zaman zevler basite indirgeniyor. B du güzel
bir Fransız sözü: “Ben çok sade bir insanım, her şeyin en iyisini alırım”
demiş herif. Bunlar sadelikten kaynaklanan olaylar. En iyisini alıp işi
bitirmek. Bu yeni bir sanat görüşü olsa gerek. Ki zannediyorum bu, 1960’lardaki
Andy Warhol’lara falan dayanıyor. İlk, esas yeni gerçekçi Amerikan akımından
kaynaklanan bir olay. Amerika 60’da Avrupa karşısında yenik düştü harpten
sonra, bir toparlanma çabası içinde, Fransa’nın dada’sına falan karşı pop
art kavramı çıktı. Andy Warhol’un ortaya attığı bir takım varsayımlar vardı.
Onun temeline inşa edilmiş bir olay. O dönemde entelektüel kaldı. Ama,
ondan sonra kuşak meseleyi kavradı, o kadar entelektüel kalmanın gereksiz
olduğunu anladılar. Hem popüler hem sanatsal bir şeyi en iyi araçların,
en iyi tekniklerin kullanılarak yapılabileceğini ispatladılar. Hadise bu.
Bunun için bir kuşak geçmesi gerekmiş. Yirmi sene geçmesi gerekmiş. Hoş,
Spielberg de tek başına olmadı, arkasında Kubrick’e güvendi. Müzikte de
Beatles önemli, onlar da Everly Brothers’a güvendi. Beatles durup dururken
fırlamadı ortaya. Hepsinin arkası var. Çıkarken ortaya, kendilerinden evvel
daha iyi yapılmış şeyleri alıp, onları hazmedip birdenbire sıçrama yaptılar.
Bir sıçramayı yaparken, geçmişteki bir dönemi, bir devri, insana destek
temeli olabilecek bazı olayları komprime bir şekilde sıkıştırp yerleştirebilirsen,
sıçramanda büyür bir payda elde edebilirsin. Bizim 2000 yıllık kültür dağarcığını
sıkıştırıp sekiz-dokuz kitap haline getirmeyi ve okumayı kendime yol edinmiştim
ben de. O aşamayı çok erken kapattığım için, ondan sonraki bazı merhaleleri
aşmak çok kolay oldu. Yeni gelen kuşaklara yıllarca bunu öğütledim. Ama
genellikle bir kulaktan girip öbüründen çıktı. Anlamadılar. Hala onun arayışı
içinde olan çok genç sanatçı arkadaş biliyorum ben, müzisyen olsun, ressam
olsun, yazar olsun, şair olsun...İşin sırrı budur diye anlatırdık. Ama,
anlamadıkları için hala aramaya devam ediyorlar.
ROLL
Dergisi'nin izni ile konulmuştur.
|
Sayı 28, Şubat 1999
Sayfa 9-13
Yazı : Gökhan Akçura
HTML Converting : Işıl Işık
|