1990 Yilinda Playboy dergisinin gerceklestirdigi röportaj
PLAYBOY: Çocukları ciddiye almayan bir yapımız var. Onları çok iyi dinliyoruz. Ama onlar adına ileriye dönük çalışmalarımız yok denecek kadar az. Batıya baktığımızda sanki bizdekinin tersi bir durum var. Dünyada ilk ve tek çocuk bayramının sahibiyiz. Buna karşın gerektiğince sahip çıkabiliyormuyuz? Yoksa bu bayram her geçen yıl birbirinin aynı şenliklerle, âdet yerini bulsun biçiminemi dönüşüyor? Siz çocukların ciddiye alınmaları gerekliliğini ekranlardan milyonlara sergilediniz. Ne dersiniz?
MANÇO: Ne güzel bir soru... Böyle sorular bana neden sorulmadı merak ediyorum. İnsanlar yıllar yılı neden benim saçımla, bıyığımla, yüzümle, yüzüğümle uğraştıda bunlarla uğraşmadı acaba? Çocuk olayına dün başlamış değilim. Yirmi yıldır benim şarkılarımı zaten hep çocuklar dinler. Anladığı, bildiğini dinler çocuk. Anlamadığını dinlemez. Yirmi sene öncesi onlar ”Dağlar Dağlar”ı dinlediği için, onların çocuklarına teşekkür niteliğinde yazdım birçok parçamı. Ve bir sonrakilerede ”Nane Limon Kabuğu”nu. Beni iki kuşağın çocukları dinledi. Bugünde dinliyorlar. Barış’ı ilk dinleyip, mırıldananların çoğu şimdi babaanne olmak üzereler. Çocuğu ciddiye almamak, yarına ciddi bakmamak anlamına gelir. Evet, onları bal gibi dinliyoruz. Ama bu yeterli değil. Kös dinler gibi dinlemek yerine, anlamak ve onlara yarınları hazırlamak zorundayız. Geçen sene hazırladığımız 23 Nisan programında Atatürk’ünde bir zamanlar çocuk olduğunu hatırlattık. Başını afacanca çarptığı nar ağacını, yemek yediği basit kapları, uykulu gözlerle geceleyin gittiği tuvaletini, içinde kimbilir ne rüyalar gördüğü, yattığı yatağını, okuduğu rahleyi gösterdik. Dolayısıyla insan lider olsa bile önce çocuktur. Bütün insanlar gibi. 23 Nisan programları on yıldır, saygı duyulacak çabalarla ortaya çıkıyor. Peki yeterlimi? Tabii ki değil. O kadar büyük bir organizasyonun, sadece Türkiye’ye yönelik bir yayınla sınırlandırılması ayıptır, züldür. Böyle bir çocuk bayramının yirmide biri herhangi bir Avrupa ülkesine kısmet olsaydı dünyaya yayarlardı. Hem de bangır bangır. Üstelik bu sene 70. yılı kutlandı. Artık evrensel hale gelmesi gerekirdi. Türkiye’de 70 yıldan bu yana ”ilk ve tek” bir çocuk bayramı kutlanıyor. Çocuk oyuncağı değil.
PLAYBOY: ”7’den 77’ye” programının çocuklara yönelik bölümünde, çıkacak çocuklar nasıl saptanıyor?
MANÇO: Bana bu çocukları nereden bulduğum soruluyor. Bir yerden bulmuyorum. Sıradan alıyorum. Hepsi öyle çocukların. Katiyen seçmiyorum. Zinhar bir ayrıcalık söz konusu değil. Şu an, 920 bin çocuk sırada bekliyor. Bilgisayar marifetiyle ekrana alıyoruz. Anne babalar çocuklarının konuştuklarının farkına varmadılar. Unuttular, bu çocuklar 15 yıldan bu yana televizyonla büyüyorlar. Babalar rakılarını içerken, anneler lahmacunlarını yerken gözden kaçırdılar çocuklarının gerçeğini. Avrupa’da doğum en aza inmiş durumda. Olmayan çocuklarına olağanüstü karnavallar yapıyor, şenlikler düzenliyorlar. Biz, olan çocuklarımızın kıymetini bilmiyoruz. İkibin yılında Avrupa’nın bizden niye korktuğunu biliyorum. Onlar bügünkü hükümetlerden filan korkmuyorlar ki! Hiçbir şeyden endişeleri yok. Çocuklarımızın çağı yakalamasından telaşlanıyorlar. Onlar kilometrelerce öteden bu gerçeği görebilmekte. Çocuklarımızın büyükbabalarının kılıçlarından değil, gözlerindeki ışıktan korkuyorlar. Oysa biz burnumuzun dibini algılayamıyoruz. Var olan çocuk potansiyeline sahne ışıklarını yaktım. Görebilene...
PLAYBOY: Avrupalı ve Amerikalı bizi ne ölçüde ve ne derece doğru tanıyor sizce?
MANÇO: Avrupa bizi tanımıyor. Tanımak da istemiyor. İşine gelmiyor. Ayrıca bizi niye tanısın Avrupa? İşin doğrusu benimde umurumda değil bu tanınma. Açık konuşmak gerekirse Avrupa benim zırnık umurumda değil. Adamlar bizi tanımak istemiyorlar ki, sevmiyorlar. Osmanlıdan günümüze yumruk gibi bir toplumuz. Severlerse tarih kitaplarına yazacak, kendileriyle ters düşecekler. Sempatiyle bakmalarıda mümkün değil. Bizde bu Avrupa’ya neden bu kadar şık bakıyoruz anlamıyorum. Dünyada onların dışında, kollarını açmış bizi bekleyen toplumlar var. Afrika’dan yeni geldim. Tüm Afrika Türkiye’ye ağabey gözüyle bakıyor. Adımız geçince ayaklara kalkıyor, kapılara kadar uğurluyorlar. İlle bir yerlere girmek gerekiyorsa AT’ı MAT’ı boşverin. Kültürel ve ekonomik olarak, bu sıcak kıtanın sıcakkanlı insanlarının yüreklerine girmeliyiz. Sırf onlarmı bekleyenler? Pakistan, Mısır, Yugoslavya, Macaristan’da yüz binlerce insan gönülden bizi bekliyor, usulden değil. İnsanlar insanlarla iki amaçla ilgilenir: Kültür ve ticaret. Biz Avrupalıya kültür olarak ne verebiliriz, ekonomik bakımdan ne satabiliriz? Avrupa’nın bize iyi bakması için orta yerde hiçbir somut neden yok. Ama bizimde onlara sempatiyle bakmamız içinde bir nedenimiz yok. Ayrıca, zorunluluğumuzda. İlle de bakacaksak, objektif bakalım yeter...
PLAYBOY: Uydu yayınlarını ulusal kültürümüze yönelik bir tehdit unsuru olarak mı görüyorsunuz? Yoksa sınır tanımayan teknolojinin getirdiği doğal bir gelişim mi?
MANÇO: Ulusal kültüre bir tehdit mi? Zinhar... Katiyen... Böyle bir durum söz konusu değil. Yerimizde başka bir ülke olsa belki olabilirdi ama bizde olmaz, ihtimal dahilinde bile değil. Bizim kadar köklü, bizim kadar okkalı bir devleti hava yoluyla gelen televizyon dalgaları falan çökertemez. Dalgamı geçiyorsunuz! Sabahtan akşama kadar porno yayın yapsalar yine de vız gelir tırıs geçer.
PLAYBOY: Tanrı’ya inanıyormusunuz?
MANÇO: Gayet tabii inanıyorum. İnsanın bir şeylere inanması lazım. Adam sigarayı bıraktığı zaman çiklet çiğneyeceğine inanıyor. Çiğnediğinde de onu aramayacağına. Tanrı kavramı toplumdan topluma, kültürden kültüre değişir. Ama inançsız bir insanın olabileceğine inanmıyorum. Üstelik, dinleri ve dinler tarihini inceledim. Bunlar insanı ilgilendiren konular. Ekonomi, politika gibi. İnsanın ilgi alanında olan konuların hepsi benimde ilgi alanımın içindedir.
PLAYBOY: Size feminizm desek.... Bize neler dersiniz?
MANÇO: Şımarıklık. Şımarıklık. Ve dahi şımarıklık. Bin tane derdimiz varken o da neymiş öyle? Şimdi bu söylediklerim okununca Duygu Asena’nın, ağzı biberlenecekler listesine alınacağım doğal olarak. Sürerlerse sürsünler. Hangi haklardan bahsediyoruz? Kadınlarımıza ne yapıyoruz ki başımıza feminizm çorabı örüyorlar? Onlar başımızın tacı. En azından benim evimde öyle. Feminizm dört tane hanımefendinin can sıkıntısıdır. İnsan hakları vardır. Kadın hakları, menapozlu, andropozlu hakları gibi zorlama hakları yoktur, olamaz da. Tek kelimeyle ayıptır. Yapmasınlar böyle fuzulilikler. Bu galiba bizim içimizde var olan eziklikten kaynaklanıyor. Kompleksler, arkasından hemen soyutlamaları getiriyor. Getto’ya bayılıyoruz. İlla kenarlara çekileceğiz, köşelere kaçacağız. Almanya’daki Türk mahalleleri gibi. Lafta değil, hakikatte dünyayı geziyorum. Kadınlarımızın durumu fena değil. Birçok ülkedeki kadınlardan daha iyi durumları.
PLAYBOY: Doğal güzellikler ve tarihi yapı olarak hepimizin dünyanın sıralamasında neresinde olduğunu bildiğimiz Türkiye, çağdaş turizmcilik anlayışıyla sizce nerelerde?
MANÇO: Bu konuda iyimser değilim. Güzel oteller yapılıyor. Altyapıyı oluşturmada ciddi çalışmalar gündemde. Ancak, bunlar dünyanın her yerinde var. Ama, gelen turiste gösterebileceklerimizden neler kaldı geriye? Onu merak ediyorum ben. İstanbul. Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan son payitaht, son başkent. Moda’da içinde oturduğumuz şu ev, son tarihi yapı. Şoföre, konuklarım buraya gelirken, “Bizi Moda’daki tek eski eve götürün!” diyorlarsa iyimserlik, avanaklık olur. Bu durum sırf Moda’da yaşanmıyor. Ülkenin her yerinde tarihi yapılar teker teker yok olup gidiyor. Üzerlerine beş yıldızlı oteller yapsanız ne çıkar! İsterseniz beş değil elli beş yıldız yağdırın. Tarihi yıkabilirsiniz. Ama asla yeniden yapamazsınız. Benzerini yapmaya çalışsanız bile, bu tarih değil, Kapalıçarşı işi hamamtası olur. Güneş, kum, deniz, hava... Bunlar dünyanın her ülkesinde var. Oteli yapıp yıldızları kondurmak kolay. Dünyada âlâsı yapılıyor. Mısır’dan yeni geldik. Yıllık turizm girdileri 7 milyar 500 milyon dolar. Abu Simbel, Keops, Kefren, Mikernos, Krallar, Kraliçeler vadisi, Tutankamon, Ramses, Amonra.. Sayarken bile adamın nefesi kesiliyor. Hepsi dimdik ayakta. Dünya turizmini yüzyıllara meydan okuyarak ayakta karşılıyorlar. Bize ise süratle eriyip gidiyor tarihi yapılar. Sultanahmet, Ayasofya, Kapalıçarşı... Saysanıza devamını. Bitti... Gerisi, gelsin çöpkebabı, baba rakı... Turizmde, geçmişimizin yaratacağı geleceğimizi kendi ellerimizle yıktık. Otel, motel yapmakbir anlamda günah çıkartmak bu saatten sonra. Daha hâlâ turizmde patlama bekliyoruz. Yüzlerce yıllık tarihi mirasımızı sonradan görme hovardalar gibi harcadık. Harcıyoruz da. Eee, daha nedir patlayacak olan? Her şeye rağmen turizmde iyileşmeyi bekleyen fazla iyimserlerde gerçekleşecek patlama. Günün birinde sıkıntıdan patlayacaklar.
PLAYBOY: Yurtdışına sırf TRT kameralarını değil, müziğinizide taşıyorsunuz. İlgi acaba ne ölçüde?
MANÇO: Kongo’da bir konserimiz oldu. 12-13 bin kişi vardı. “Domates Biber Patlıcan”ı söyledim. İki dakika sonra Kongolular’la bir ağızdan on binlik koro olup yankılandı. Bakın, hit olma konusunda “Domates Biber Patlıcan” ın bir şansı var. Evrensel rock kültürü içinde biraz yeri var gibi geliyor. Etnik motifleride içeriyor. Benim sesimden gelen bir doğululuk içeriyor. Bu bende var. Sesim ne yapsam “hüseyni uşşak” çıkıyor. Kısa bir süre önce Mısır Tvsinde canlı yayına çıktım. Oradaki sohbet, bir an için öyle içten bir havaya büründü ki, “Dağlar Dağlar”ı arapça söyledim. Mısırlılar ayaklandı, yollara döküldü. (Bir aralar bu parçanın arapçasını yapmıştım.) İstek üzerine program bir kez daha yayınlandı. Şimdi Mısır benim Arapça şarkılarımı bekliyor. Yıllarca oralardan apartılıp toparlanıp şarkılar yapılmış. Şimdi ise bizim öz müziğimiz Arapça versiyonla onları hop oturtup hop kaldırıyor. Akış tersine döndü. Üstelik ilginç bir nokta var. Bizim burada Arabesk dediğimiz müzik türüne onlar Türki diyorlar. Arabesk diye dayattım. “La, laaa! La arabesk. Türkiii!” diyor adamlar. Haydi bakalım çıkın işin içinden. Ayıklayın pirincin taşını.... Yıllardır topu biz onlara attık. Şimdi ise top bizde. Dört yüz yıllık bir gecikmeyle belki de, Türk müziğinin duru suyu güldür güldür Ortadoğu’ya akmaya başladı.
PLAYBOY: Saçlarınız sizinle anılan bir simge olmuş. Askerliğiniz döneminde onlardan bir an için de olsa ayrı kalmak sizde nasıl bir duygu yarattı?
MANÇO: Ben o dönemimi unuttum. Askerlik pasifize edildiğim, toplumdan izole edildiğim bir zaman dilimi yaşamımda. Hiçbir şey üretemediğim bir zaman. Tabii burada askerliği tartışacak halimiz yok. Bu ülkede herkes zorunlu olarak askerlik yapıyor. İki sene, hayatınızdan ayırmanız gereken bir dilim. Bende ayırdım. Daha doğrusu ayırttılar. 12 Mart muhtırasının verilmesinden bir sene sonra apar topar aldılar ve askere götürdüler. Diplomamın olmasına rağmen, üniversite mezunu olduğum bile tartışıldı. Abuk sabuk bir askerlik başlangıcım var. Hoş olmayan anılarla dolu. İnsan tatsız yılları hatırlamak istemez. Ben onları çoktan unuttum. Onca tuhaflığın arasında saçlarımın olup olmamasınıda. Sevimsiz başlayan askerlik, sonlarına doğru güzel ilişkiler, dostluklar, ve konserlerle noktalandı. Dönemin tüm genel kurmayının olduğu bir konserle.
Hazirlayan Ercan Demirel ve Hakan Tuna